Çanakkale'yi ''Geçilmez'' Kılan Ehl-İ Beyt Torunu
Usta Kalem Murat Çabas bugünkü köşe yazısında şu ifadelere yer verdi:
"Çanakkale Zaferi'nin 105'inci yıldönümü tüm milletimiz için kutlu olsun. Eşi ve benzeri görülmemiş bu zafer, kendi canlarını vatanı, milleti ve imanı için feda eden bir neslin zaferidir.
Bir virüsle kendi canımızın derdine düştüğümüz bugünlerde bu büyük fedakârlığın ne anlama geldiğini lütfen iyi muhakeme edelim.
Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) Genel Başkanı Prof. Dr. Haydar Baş, Çanakkale Zaferi için yayınladığı mesajında, "105. yıldönümünü kutladığımız Çanakkale Zaferi, içinden geçtiğimiz zor günlerde bizlere en güzel örnektir. İman gücü ile, birlik ve beraberlik ile üstünden gelemeyeceğimiz bir sıkıntı olamaz" demektedir.
Yani yaşadığımız ve yaşayacağımız sorunların çözümü Çanakkale örneğinde olduğu gibi iman gücünde, birlik ve beraberliktedir.
Topun, tüfeğin, merminin, yemeğin, ilacın olmadığı bir atmosferde, tedbirin en büyüğünün Allah'a el açmak olduğunun ispatlandığı yerdir Çanakkale…
Cenab-ı Hak, başta Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Çanakkale'yi destanlaştıran tüm şehitlerimize rahmet eylesin, şefaatlerinden bizleri mahrum eylemesin.
Prof. Dr. Baş mesajında, "Çanakkale'nin muzaffer paşası" olan Gazi Mustafa Kemal için şunları söylemektedir:
"Son derece ağır şartlar altında kazanılan zaferin mimarı elbette onların önünde cephede yer alan Ehl-i Beyt soyundan gelen komutan Mustafa Kemal'dir. Yedi yaşında Kuran-ı Kerim'i hatmeden, 8 yaşında hafız olan Mustafa Kemal… Kurtuluş savaşı sonrasında kuracağı devletin temellerini Bektaşi dergâhında atacak kadar şuurlu bir dindar kimlik…"
O'nun, cephenin önünde mermilere göğüs gerecek kadar güçlü imanı olmasaydı, düşmanı darmadağın eden daha sonra "taarruzi savunma" olarak ifade edilen dahiyane askeri stratejileri olmasaydı, azmi ve kararlığı olmasaydı, üzerinde dedeleri Hz. Peygamber'in ve İmam Ali'nin eli olmasaydı elbette ki Çanakkale zafer değil, hezimet olacaktı.
Neticede 1915 yılında, üzerinde Ehl-i Beyt'in nefesi olan Mustafa Kemal'in Çanakkale'de durdurduğu, geri püskürttüğü düşman; Ehl-i Beyt'e sırtını dönmüşlerin eliyle 1918 yılında İstanbul'a demir atmıştı.
Prof. Dr. Baş'ın Hoş Geldin Atatürk eserinde belgeleriyle ortaya koyduğu gibi hem anne hem de baba tarafından Ehl-i Beyt torunu olan Mustafa Kemal, İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'na toplarını çevirmiş olan İngiliz donanmasını görünce, Hz. Peygamber'ce, İmam Ali'ce, İmam Hüseyin'ce bir duruşla "Geldikleri gibi giderler" demiştir.
Ehl-i Beyt'e sırt dönenlerin razı olduğu esarete, Ehl-i Beyt torunu Mustafa Kemal asla razı olmamıştır.
Çünkü bağımsızlık O'nun karakteridir, O'nun pak soyunun özelliğidir.
Gazi Mustafa Kemal'in başarısını bakın Winston Churchill nasıl anlatıyor:
"Şu anda mağlubiyeti bütün damarlarımda hissetmekteyim. Çok üzgünüm. Oldukça mutluydum, umutluydum. Daha düne kadar 'Çanakkale bizimdir' diyordum. Çünkü bu savaşı kazanmak için, askeri, parayı, cephaneyi, her şeyi hesaplamıştım. Hepsinde çok üstündük. Mutlaka yenecektik. Yalnız bir şeyi hesabı katmamışız. Mustafa Kemal'i... Bağrımda İngiliz gururu olmasa, Türkleri alnından öpmek, onları ayakta alkışlamak isterdim."
İngilizler Mustafa Kemal'i Çanakkale'de hesap edemedikleri gibi İstiklal Mücadelesi'nde de hesap edemediler.
Ehl-i Beyt'in tokadını Çanakkale'de yedikleri gibi Anadolu'da da yediler.
Prof. Dr. Baş, Hoş Geldin Atatürk eserinin 187'inci sayfasında "Çanakkale savaşında yaşanan olağanüstü haller, tüm güçlüklere karşın kazanılan zafer dikkate alındığında, Ehl-i Beyt soyundan gelen bir liderin iman gücüyle verdiği mücadele fark edilir. Denilebilir ki bu savaş, O'nu Allah'a daha da yakınlaştırmıştır" demektedir.
Mustafa Kemal, 28 Eylül 1915'te Çanakkale'ye gittikten sonra Salih Bozok'a şu mektubu gönderir:
"Bilirsin ki bizim maksudumuz vatana büyük bir mikyasta arz-ı hizmet etmektir. Bir aralık canım sıkıldı. Emekli olup bir kenara çekilmeyi de düşündüm, olmadı. Şimdilik Cenab-ı Hakk'ın azametine sığınarak çalışıyorum." (Hoş Geldin Atatürk, Prof. Dr. Haydar Baş, s.188)
Mücadeleyi kazanmak için yapılması gereken her şeyi yapan, her türlü stratejiyi geliştiren ama her daim Allah'ın azametine sığınarak tevekkül halinde olan bir komutan…
Zaten Prof. Dr. Baş'ın Ehl-i Beyt Külliyatı'nı okuduğunuzda gayet açık olarak göreceksiniz ki, Ehl-i Beyt'in hayatında mücadele ve tevekkül iç içedir.
Atatürk'ün 57 yıllık hayatının her safhasında bu hali görürsünüz. Atatürk, Çanakkale Zaferi'ni 34 yaşında kazandı. Trablusgarp Savaşı'nda ise 30 yaşındaydı.
İstiklal Mücadelesi'ne ise 38 yaşında başladı. Gencecik bir insan ama kimsenin yapamadıklarını yapıyor, aynen dedesi İmam Ali gibi…
Bu kadar kısacık bir ömre bu kadar başarıyı sığdırmak ancak büyük bir seçilmişliğin ifadesidir. Bu seçilmişliği en güzel anlatanlardan birisi de Libya kahramanı olan Seyyid ve Şerif Ahmet Sunusi hazretleridir.
Bir gece rüyasında Hz. Peygamberimizi (s.a.v.) gören Şeyh Sunusi, Peygamberimizin elini öpmek ister. Hz. Peygamber ona sol elini uzatır. Şeyh, Peygambere hitaben, "Ya Resulallah, niçin sağ elinizi vermediniz?" diye sorar. Hz. Peygamber, "Sağ elimi Ankara'da Mustafa Kemal'e uzattım" buyurur. (Hoş Geldin Atatürk, Prof. Dr. Baş, s.503)
Dün nasıl Çanakkale'de, İstiklal Mücadelesi'nde ceddimize zaferler kazandıran bu Ehl-i Beyt ruhu ise, bugün de bizleri yaşadığımız badirelerden kurtaracak olan aynı ruhtur. Zaten yaşadığımız bela ve musibetler, o ruhtan uzak olduğumuzdan dolayı değil midir?
Bir an önce ayıkalım, Allah Resulü'nün ve Ehl-i Beyt'inin ellerinin üstünde olduğu seçilmişlerle beraber olalım ki, dünyamız da ahiretimiz de mamur olsun."
YENİMEAJ / MURAT ÇABAS